3 Ağustos 2009 Pazartesi

Süper Kupa'ya Dair İzlenimler

Dün, maçı bitiren golü atan Alex'in tribünlere koştuğu andan itibaren televizyon karşısında zor anlar yaşadığımı itiraf etmeliyim. Zaten maç izlerken sanki bir sınava girermiş gibi vücut sıcaklığım yükselir ve üzerime ateş basarken, doksan artılı anlarda terden ölmek üzereydim. Kupanın kaybedilmesinden çok, bir derbi maçının kaybedilmesinin biyolojik tepkileriydi bu. Ama yine de maçı duygusal yönden çok ele alma ihtiyacı hissetmiyorum çünkü sahada gördüğüm takımım bana ilerisi için çok umut verdi.

31 Mayıs-2 Ağustos arasında geçen zamanda yapılanlar, takımın seviyesini bir numara yükseltmiş. Özellikle ilk yarım saatte geçen seneye göre görmediğim ölçüde iyi bir pas trafiği ve pres vardı. En son bu düzeyde organize bir presi 3-2 biten 2006 Fortis Türkiye Kupası finalinde görmüştüm. O maçın ilk yarısında rakip defansa yapılan organize, ısrarcı ve coşkulu pres ile kapılan toplar hızla ileriye aktarılmış ve peş peşe goller gelmişti. Bu maçtaki başlangıç ise buna benziyordu fakat bundan daha farklı olarak daha soğukkanlı, pas trafiği daha otomatikleşmiş bir Beşiktaş vardı. Tek eksik ise değerlendirilemeyen pozisyonlardı. Bu arada rakibe de özellikle sağ kanattan yardım getirilememesi sebebiyle pozisyonlar verildi. Burada yine iyi pas organizasyonları dikkatimi çekti. Şöyle ki, savuşturulan ataklardan sonra panik yapılmadı ve ayağa oynayarak defanstan çıkılmaya çalışıldı. Bu, bizim takımlarımızda pek göremediğimiz bir özellik ve eğer devamı gelirse, sonuç harika olacak.

Yusuf-Nihat değişikliğinin zamanı sorgulanabilecek hadiselerden birisi. Çünkü her ne kadar ileri üçlünün sağında yer alan Yusuf, Erhan'a pek yardım etmeyerek Fener'in sol kanattan hücum eden oyuncularını parlatsa da, oyun sıkıştığında ayağında top tutarak takıma zaman ve yerleşim konusunda birtakım avantajlar ve tahammüller sunuyordu. Burada acaba Tello geçen seneki gibi sağa çekilse, Yusuf forvet arkasında yer bulsa ve Ernst biraz sola yakınlaşsa nasıl olurdu diye sormadan edemiyorum. Sağ ve sol kanatlara önlem getirirken bu sefer de ortadan çok açık mı verir miydik? Başka bir mesele de şu: Yusuf gibi bir oyuncu ikinci yarıda oyuna sokulsa ve böyle yaratıcı bir gücü maçın sonuna saklasaydık daha iyi olmaz mıydı? Elimizde kullanabileceğimiz bir silah olurdu. Yusuf'un çıkıp Nihat'ın girmesi ile ayağımızda top tutma kabiliyeti biraz kısaldı, çünkü Nihat öyle bir oyuncu değil ve çok güçsüz. Ernst'in biraz ilerisinde daha çok orta saha gibi kullanıldı ve açıkça öyle bir orta sahaya evrilme süreci ne kadar başarılı olur diye de sormak istiyorum. Çeşitli bloglarda ve haber kaynaklarında Nihat'tan bir Litmanen ve son yıllarındaki gibi bir Bergkamp yaratılma düşüncesinden dem vuruluyordu ama şuna dikkat etmek gerekir bence. Nihat bir oyun kurucu vizyonundan ve top saklama yetisinden ziyade bir açık stiline ve son vuruş becerisine hakim. Litmanen ve Bergkamp, Nihat'tan çok farklı oyunculardı ve hızları ile değil oyun zekaları ile ön plana çıkmışlardı. Bu bağlamda bu konuya temkinli yaklaşmayı tercih ediyorum.

Bobo'nun sol açık oynayamayacağı tüm çabasına rağmen belli oldu ki maçın ilk 30 dakikasında Bobo'nun pili bitti, top ezmeler başladı. Bobo, bir açığın sahip olması gereken hıza ve/veya orta yapma özelliğine haiz değil. O bir golcü ve en ileride oynaması gerekiyor. İşte tam da burada takımın temel problemi şu. Nobre, Türk statüsünde ve her maç yüreğini ortaya koyuyor. Ancak yetenek itibariyle Bobo'nun fersah fersah gerisinde bir oyuncu. Dripling yapamayan, top kontrolü zayıf ama var gücüyle oynayarak bu açıklarını kapatmaya çalışan bir oyuncu Nobre. Bobo ise hava hakimiyeti hariç her alanda Nobre'nin çok üstünde olmasına karşın yabancı statüsünde, isteksiz, moralsiz ve güçsüz. İki tarafın eksileri artıları beni ve birçok kişiyi açmazda bırakıyor. Tabii 2008 sonbaharına doğru şimdiye göre çok daha iyi tekliflerin geldiğini biliyoruz ve Bobo da o zamandan beri gitmek istiyor. Hala da gidebilir ve bu belirsizlik sanırım onun bu denli ne yaptığını pek bilmeyen görüntüsünün bir kanıtı olabilir.

İsmail için bir şeyler söylemek gerekir. Çok sakin ve kendinden emin bir duruşu var ki, metrekarede 25 adım atan hiperaktif Deli İbo'dan sonra sanki biraz anti-depresan etkisi yaptı. Tekniği oldukça iyi ve fizik mücadeleye girmekten hiç kaçmıyor. Bilica ve Cristian ile taç çizgisinde yaptığı ikiye bir mücadeleyi, iki tane tecrübeli oyuncuyu çizgi boyunca peşine takarak uzun bir süre topu kaybetmeden onlarla yaptığı mücadele beni oturduğum koltuktan ayağa kaldırmaya yetti bile. Elbette bazı acemilikleri oldu defansta ama kaç aydır da gündemin adının niçin "İsmail Köybaşı" olmasına yol açtığını da gösterdi. Deli'in sözleşmesi maç başı ise umarım parasal birikimi vardır çünkü İsmail, "N.Ş.A"da formayı vermez ve söke söke milli formayı da alır, tabii ortada cidden "seçici" diye birisi varsa.

Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Fiziki düşüş bu maçın belirleyicisi oldu. İlk golü yedikten sonra kalan 15-16 dakikalık süre içerisinde takım anormal bir şekilde ayağa kalkamadı, resmen herkes bir anda yatağa düştü. Umarım bu hal sadece bu zamanlar için geçerlidir çünkü geçen seneki en büyük silahlarımızdan biriydi üstün fizik kondüsyonumuz ve çoğu maçta bu şekilde ayakta kaldık veya maçı son bölümlerde bu niteliğimizle kopardık. Bu maçta göze çarpan en önemli şey buydu. Sistem konusunda da eleştiriler var. Eldeki oyuncuların uygunluğu açısından bu eleştirilerde epey haklılık payının olduğunu düşünüyorum ancak yine de şimdilik, bu konuda fevri davranmamayım.

1 yorum:

serkan dedi ki...

"Sistem konusunda da eleştiriler var. Eldeki oyuncuların uygunluğu açısından bu eleştirilerde epey haklılık payının olduğunu düşünüyorum..."

hemen üstüme alındım döşendim abicim, üstteki posta alalım sizi :))