15 Aralık 2011 Perşembe

Estabilidade
























Trabzonspor maçı sonrası bir dahaki yazı için açıkcası dün akşam oynanan Stoke City maçını bekleme kararı almıştım bir çok tedirginlikle beraber. Zira önümüzde üçü deplasmanda olmak üzere 5 tane sıkı maç vardı ve bu maçların ikisi Avrupa Ligindeki kaderimizi belirleyecekti. Daha önce de bahsettiğim gibi play-off sistemi nedeniyle bu sıkışık takvim içinde lig maçlarında yaşanabilecek kayıplar bana çok bir şey ifade etmediği için bu tedirginliklerin büyük çoğunluğunu Avrupa Ligi maçları oluşturuyordu.

Bizi bekleyen tablo ürkütücüydü; saha kapatma cezamız sonucu bir nevi deplasmanda oynadığımız Orduspor maçını da sayarsak sırasıyla Maccabi Tel Aviv, Orduspor ve Manisaspor deplasmanlarından sonra İBB ve Stoke City maçlarına çıkacaktık ve Trabzonspor maçının son çeyreğinde fizik olarak ciddi sıkıntı sinyalleri veren takım bu ağır fikstürde ne yapabilir tedirginliğini yaşıyorduk. Bu gün 15 Aralık 2011 ve bu yazıyı tahminimin çok üzerinde bir mutluluk duygusuyla yazıyorum. İki avrupa kupası maçı kazanılmış, grup lideri olarak Stoke city ve Dinamo Kiev gibi
kalburüstü takımlar ekarte edilerek birinci torbaya eklenmiş olarak son 32 eşleşmesini bekliyoruz. Ligde ise alınabilecek potansiyel dokuz puanın yedisi alınarak lider ile puan farkını üçte tutup onbeşinci haftayı kapatmışız.

Bu tartışmasız bir başarıdır ve uzun bir aradan sonra Beşiktaşlıları salt futbol düşünmeye sevk edici bir güzelliktir. Yazının esas amacı olan başarının nedenleri ve en önemlisi sürdürülebilir olup olmadığı konusunun irdelenmesine geçmeden önce rüya gibi geçen bu beş maçlık seriyi kısaca anımsamak lazım:

Maccabi tel Aviv: Q7'nin mucizevi son dakika golü dışında bu maçta aklımızda kalan tek şey Hilbert'in takım için ne kadar kritik bir oyuncu olduğuydu. Sanki Trabzonspor maçında doksan dakika sahada kalmamış gibi diri ve tüm ikili mücadelelerde ayakta kalan isimdi. Bizim adımıza tek olumsuz konu İBB maçında da yaşadığımız ve benim adını "Gençlerbirliği Sendromu" koyduğum öne geçilen maçı kopartamayıştı. Bunda oyuncu değişikliklerinde sezon başından beri konuştuğumuz geç kalmanın etkisi de vardı. Q7'nin sıradışı performansı olmasa belki de bu seri daha başlamadan bitecekti. Sevindirici diğer gelişme de Q7'nin bir takım kaptanı gibi davranmaya başlaması, sorumluluk alması ve hırsını-öfkesini kontrol altında tutup üzerine oynanmasına rağmen kırmızı kart tuzağına düşmeden maçı bitirmesiydi.

Orduspor: Stoke City maçının provasını yaşadığımız bir maçmış aslında geriye dönüp baktığımızda. Simao ve Q7'nin eksikliğinde Veli ve Holosko'nun ofansif yetersizliğini yaşadığımız bir maç oldu. Sevindirici gelişme Necip'in altı hafta öngörülen sakatlığından üç hafta sonunda gayet iyi bir şekilde dönmesi oldu ki bu seride kendisinin de büyük katkısı vardır. Fernandes'in iyice "bu takımın patronu benim" mesajını verdiği ilk maç olarak hatırlayağımız bu karşılaşmada kendisi duran top ustalığını çok net gösterdi ve harika bir gol attırdı. Takım savunmasında yine üzerine koyarak ilerlediğimiz halde ofans olarak orta sahamızın Fernandes dışında yine efektif olamadığını gördük.

Manisaspor: Puan kaybı beklenilmesine karşın bu kadar rahat kazandığımız bir başka maç hatırlamıyorum bu sene. Bu maça kadar ligin en az gol yiyien ve düzgün bir takım savunma modeli ortaya koyan Manisaspor'a deplasmanda dört gol atmak büyük sürpriz oldu. Mustafa Pektemek'in Ryan Giggsvari golü ne kadar doğru bir transfer olduğunu bir kez daha gösterdi. En büyük hadise belki de Q7'nin sakatlığı oldu ve maç sonu gelen 3-4 hafta sahalardan uzak kalacak raporu İBB maçının stres seviyesini bir kat daha arttırdı.

İBB: Beklenen oldu ve Q7'nin yokluğu ve Stoke City tedirginliği ile zihinsel olarak maça zayıf çıkan takım yine Gençlerbirliği Sendromuna yakalanıp içeride iki puanı bıraktı. Şahsen aklım ve kalbim deli gibi Stoke City maçıyla meşgul olduğu için bu maça dair hiç bir şey kalmadı bende.

Stoke City: Dananın kuyruğunun Simao'suz ve Q7'siz koptuğu maç! Bu maça ayrı bir yazı yazmak lazım zira çok fazla şifre barındırıyor içerisinde. Yoğun maç tempsosu ve şike skandalında gelinen tahliyeler noktası ile fiziksel ve zihinsel olarak allak pullak bi durumda olan takımın tırnaklarıyla kazıyarak aldığı galibiyet. Fuller'in şans golü
ve ardından Egemen'in geri pası ile yaşanan klasik "Beşiktaş Cenabetliği" ile kalp krizi geçirme eşiğinden, halıda diz üstü Mourinho kayışı yapmaya varan büyülü süreç.

Ben düşünürken, yazarken yoruldum, bu çocuklar oynarken yorulmadılar ve bizlere bu sevinci yaşattılar. Herhalde ödül olarak en fazla istedikleri şey kısa bir tatildir ama maalesef bu pazar Samsunspor maçımız var. Peki sezon başında kaosun eşiğindeki takım nasıl oldu da bu performansı gösterdi? Tesadüf mü yoksa bilinçli bir ilerlemenin ürünü mü? Öncelikle şunu söyliyeyim ki karıştırdığımız düşünülmesin; Kulüp ve camia olarak hala büyük bir kaosun içindeyiz, her şey güllük gülistanlık değil ve bunun başını mevcut yönetimin ekonomik felaketleri çekiyor. Burada bahsettiğim sadece bu işin belki de dörtte birini oluşturan futbol takımımız. Benim Beşiktaş kulübü ve camiası adına düşüncelerim dört sezondur aynı ve git gide karamsarlaşıyor bunu unutmayalım.

"Estabilidade" (eğer google beni yenıltmıyorsa); kararlılık, istikrar ve denge anlamlarını alabileceğimiz Portekizce bir kelime. Yıllardır Premier Lig klüplerine bakıp, Alex Ferguson, Arsene Wenger hikayelerine öykünüp rüyasını kurduğumuz terim. Biz bunu teknik direktör anlamında olmasa da kadro yapısı ve sistemi olarak ufak ufak
dillendirmeye başlıyoruz.
Evet; bu takımın artık bir şablonu var, bu takımın artık bir omurgası var. Bu takımda bir birini tanıyan, kimin ne zaman ne yapacağını anlamaya çalışan bir oyuncu grubu var. Bu takımda artık elini taşın altına koyan, arkadaşının çaresizliğini onun yüzüne vurmak yerine, arkadaşına yardımcı olmaya çalışan isimler var. Artık sahada joga
bonito'culuk oynamaya çalışan atletler yerine bir takım olmak için çabalayan yenetekli futbolcular var. Hatalarından ders çıkaran, kibire teslim olmadan çalışarak bir şeyler ispatlamaya çalışan hırslı ve öğrenmeye açık bir teknik ekip var. Bu teknik ekip ve oyuncu grubu çok kritik bazı müdahaleler ile takımı bu seviyeye taşıdılar:

* Beşiktaşın artık gerçek "bek"leri var: ismail ve Hilbert'in eksik olduğu çok konu olabilir ama bir bekten beklenen eşit oranda defans-ofans katkısını yıllardan beri iki kanattan bir arada görememiştik. Bu iki isim büyük bir disiplin içinde sade oyunlarıyla takımın hücumcularına +1 +2 olarak eklenirken geri dönüşlerde hiç
şikayet etmeden ileri üçlünün açıklarını kapatıyorlar.

* Beşiktaş artık "on numara" esaretinden kurtuldu: Burada lafımın Guti Hazretlerine gittiği düşünülmesin, haşa! Burada anlatılmak istenilen; galibiyet için bir maestro ya da bir "on numara"ya muhtaç olunduğunu düşünen zihniyetin yanılgısıdır. Bizim artık NEF'imiz var! Necip-Ernst-Fernandes üçlüsü hep hayalini kurduğumuz Box-to-Box
orta saha olgusunun Beşiktaş şubesi oldu. Skora katkıları hala ciddi derecede az olsa da son beş maçlık seride Fernandes önderliğindeki kıpırdanma ilerisi için umut vaadediyor.

* Beşiktaşın artık bir omurgası var: Omurganın başlangıcı, belki de en kritik noktası stoperlerimiz artık uyumlular. Orta sahamızda kuvvetli bir blok oluştu ve ileri uçta Mustafa Pektemek esnek futbolcu karakteristiği ile merkez ya da uzak forvet görevlerini yerine getirebiliyor. Sivok-Ernst-Fernandes-Mustafa omurgası yıllardır
özlemini duyduğumuz Ronaldo-Giunti-İlhan Mansız omurgası ile beraber anılır oldu.

Bu olumlu gelişmeler üzerine bir de beklentimiz olan kaliteli isimlerimizin sakatlıktan dönüp form tutmaları halinde (Simao-Q7-Bebe-Ersan) daha da iyi bir takım olma ihtimalimiz çok kuvvetli. Cuma günü çok kritik bir gün. Güzel bir eşleşme ve ilk torbada olmanın avantajı ile deplasmanda oynanacak ilk maçtan iyi bir skor alınması ile son 16'ya kalmamız harika bir gelişme olur.

Şimdi geriye tek bir durum kaliyor: kendi ayağımıza kurşun sıkmak! Beşiktaş camiası bunu çok sever, belirli periyodlarda işler iyi giderken tekere çomak sokacak birileri her zaman bulunur. Şimdiki mevzu belli: Tayfur hoca ne olacak? Medya ellerini ovalayıp bekliyor "vefa" üzerinden mazlum edebiyatı yapıp manşet atmak için. Sağolsun yönetim kurulumuzdan isimler de yangına körükle gidiyorlar son günlerdeki demeçleriyle. Tayfur Hoca konusu ayrı; bu konuyla ilgili dava neticesinde konuşmak istiyorum ama Carvalhal-Tayfur denklemindeki görüşüm çok net: Şu an Tayfur Hoca'yı tutup Carvalhal'in üzerine getirmek çok saçma bir uygulama. Önümüzdeki sezon için aklıma yatan uygulama ise (bakın devre arası bile demiyorum sezon sonu, zira bu sezonun sonunu Carvalhal getirmeli) zamanında yaklaşık yedi sezon boyunca İsveç milli takımını idare eden Tommy Söderberg - Lars Lagerback formülü. Bu ikili isveç milli takımında kendilerini kuvvetli hissetikleri alanları aralarıda paylaşarak eşit yetki ile bir yönetim sergilediler. Bu iki düşük profilli hocanın başarıyla yürüttüğü sistemi benzer profillerdeki Tayfur ve Carvalhal için de düşünebiliriz. Umarız Beşiktaş; önümüzdeki dönemde böyle suni sorunlar ile uğraşmak yerine öncelikle takımın bu seviyesi koruyup sonra bir üst basamağa çıkartacak formüller üzerine meşgul olur ve daha güzel günler görürüz!